İnsan Hakları Gününün Zor Sorusu: ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesinin üzerinden tam 72 yıl geçti. Beyannamenin kabul edildiği 10 Aralık 1948’den bu yana bu tarih İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.
İkinci Paylaşım Savaşının acılı günlerinden sonra İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi büyük bir umut ve heyecanla karşılandı. Beyannamenin kabulüyle dünyada tekil olaylar dışında bir daha insan haklarının yok sayılmak bir yana, çiğnenmeyeceği düşünülüyordu. Ne yazık ki işler hiç de öyle gitmedi. Her şeyden önce 10 Aralık tarihli beyanname bu tarihten 159 yıl önce, 1789 yılında Büyük Fransız Devriminde kan ve can pahasına ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinden daha gerideydi. Yeni bildiride Direnme Hakkı yok sayılmaktaydı.
Beyannamenin Birleşmiş Milletlerde kabulünden 3 yıl önce, İkinci Paylaşım Savaşının sonuna gelindiği günlerde ABD, teslim olmak üzere olan Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombası ile bir anda yüz binlerce insanı ölüme gönderirken yeni dünya jandarması olduğunu da ilan ediyordu. O tarihte henüz ortada İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yoktu. Ancak ABD’nin 1776 yılında ilan ettiği ve Büyük Fransız Devrimini de etkileyen 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi vardı ve bu metin, çağının çok ilerisinde bir insan hakları bildirgesiydi.
Hiroşima ve Nagazaki sonrası günümüze kadar ABD bütün dünyaya “İnsan Hakları” götürdü. Tankları, topları, uçak gemileri, bombardıman uçakları, füzeleri eşliğinde…
Bir başka söylemle İnsan Hakları kavramı emperyalist ülkeler elinde kirletilmiş bir kavram, maske haline geldi. Tıpkı barış, özgürlük kavramları gibi. Emperyalist devletler 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi eşliğinde Asya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya 72 yıldır filolarıyla, uçaklarıyla tanklarıyla “barış ve özgürlük” götürüyorlar…
Ne acıdır ki ezilen ülkelerde ve hatta dünyanın ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştıran ülkemizde ABD’den ve AB ülkelerinden “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” dilenen mandacı “aydınlar” da var. Bunun son örneğini yakın tarihte “dost” saflarda da gördük.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin mürekkebi kurumadan ABD önderliğindeki Batılı ülkeler Kore halkına “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” götürüyordu. Kore’ye bu kirletilmiş kavramlar götürülürken NATO üyesi yapılma aşkıyla o günün siyasi iktidarı Türk Silahlı Kuvvetlerini de bu taşıma “işine” alet ediyordu. Bu “fedakarlık” Kore’de 896 Mehmetçiğimizin yattığı bir Türk şehitliği ile ödüllendiriliyordu. Yine beyannamenin imzalanmasından hemen sonra 1950 yılında Cezayir’de başlayan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin savaşçıları göğüslerinde Mustafa Kemal Atatürk fotoğraflarıyla ölüme gidiyordu. 1789 yılında İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesini imzalamakla övünen Fransız lejyonu da bu kutsal savaşı kanlı bir şekilde eziyordu. Bütün karanlık ve kanlı oyunlara inat 1962 yılında Cezayir halkı zafere ulaştı. Cezayir Bağımsızlık Savaşını bastırma hareketi içinde daha sonra Fransa’nın ilk “sosyalist” Cumhurbaşkanı olacak olan Mitterand da yer alacaktı. (Önceleri Denizaşırı İller Bakanı, daha sonra ise İçişleri Bakanı olarak bu kirli savaşta rol üstlenecekti) 10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi alkışlarla kabul edilirken yine Fransızların 1946 yılında başlattıkları Vietnam savaşı sürüyordu. Fransa kaybettiği bu savaşı daha sonra ABD’ye devredecek 1975 yılında zafere ulaşacak olan Vietnam savaşı sırasında “İnsan Hakları” yüz binlerce ton bomba, napalm bombası ve ölüm olarak bu kanlı topraklara ulaşacaktı. Daha sonra Kamboçya ve Laos’ta olduğu gibi…
Kirletilmiş “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” Küba’nın Domuzlar körfezine de gitti. Daha sonra Şili’ye, Arjantin’e, Nikaragua’ya, Venezuella’ya, Falkland adalarına, Haiti’ye de gitti. Ve Ülkemize de geldi 1980 yılının 12 Eylül günü “bizim oğlanlar” eliyle. Beraberinde idamlar, işkenceler, 30 yıl sürecek davalar, kitap yakmalarla. Yakın zamanda Afganistan’a da gitti. Daha sonra Irak’a… Ebu Gureyb işkencehanesinde çırılçıplak soyulmuş insanların nasıl “İnsan Haklarından” yararlandığının fotoğraflarını gördük. Sonra Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da ve son olarak Suriye’de “Arap Baharı” adıyla piyasaya sürüldü. Ve elbette Güney sınırlarımıza yerleşmeye çalışan terör örgütüne destek için on binlerce TIR dolusu silah ve cephane olarak boy gösterdi “İnsan Hakları”…
Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde, ülkemizde, Gazi Meclisimizin tepesine bomba olarak yağdı. Bombaları yağdıran uçakların havada ikmal yapmasını sağlayan tanker uçaklar ABD’nin kullandığı İncirlik üssünden kalkmıştı. Darbenin lideri olduğu söylenen Fetö ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki malikânesinde yaşıyordu. Darbeye karışanların önemli bir kısmı da Almanya, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelere kaçtı.
Emperyalist ülkelerin ezilen ülkelere “İnsan hakları” götürmek istemesini anlayabiliyoruz. Ancak dünya jandarması ABD’de daha dün denecek tarihe kadar kara derili insanların seçimlerde oy kullanma hakları kısıtlıydı. Beyazlarla aynı otobüslere binemiyor, aynı lokantada yemek yiyemiyor, aynı okullara gidemiyorlardı. Ve günümüzde siyahlar halen sokak ortasında sorgusuz sualsiz polis kurşunlarıyla can veriyor.
En acısı da tarihin ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştırmış olan ülkemizden bazı politikacılar, henüz göreve başlamamış ABD başkanından seçildiği bile kesinleşmeden “İnsan Hakları ve Demokrasi” dileniyor. Hem de kendilerine 10 Aralık Hareketi adını koyarak(!)
Evet, bizim gibi ülkelere bedelini ödemek kaydıyla demokrasi ve insan hakları gelebilir. Bu bedel, ya uzun yıllar boyunca bütün bir ulus olarak esaret ve sömürü olarak ödenir, ya da kahramanlar önderliğinde kanla, canla ödenir ve bu ulusların tarihine altın harflerle ZAFER ve ONUR olarak yazılır.
Lütfü KIRAYOĞLUElk. Müh.